6 Kasım 2009 Cuma

ÜÇ MAYMUN

Fotoğraf: Roxanne LOWIT
Yazı: Özgür ATAK



Linda Evangelista, Naomi Campbell, Christy Turlington… Fashion Group Party, Plaza Hotel, NYC. 1989. Söylemez, duymaz ve görmez….




Bir defilenin kulis çekimlerinde Roxanne Lowit bu üç güzel kadını bir arada bulmuşken fotoğraflamak ister. Fotoğraftan kaçarmış gibi pozlar vermeleriyle ünlü modelleri taklit etmek adına böyle üçlü bir poz verir adı geçen modeller.


Farkında olmadan başka bir gerçeğe daha işaret ederler. Pop ikonu haline getirilen insanlar görmez, duymaz ve söylemezler… Onlar sadece abartılmış güzellikten ibarettir, ulaşılmazlardır ve onların dünyasında acı, kan, göz yaşı, fakirlik, açlık yoktur. Vardır belki ama görmezler. Görseler de duymazlar. Görüp duysalar da söylemezler. Yalnızca boyanırlar, gülerler, isterler ve istetirler…

4 Kasım 2009 Çarşamba

İKON DEDİĞİN...



Fotoğraf: George ZIMBEL


Yazı: Özgür ATAK




9 Eylül 1954 te The Seven Year Itch adlı filmin sokak sahnelerinin çekiminde gerçek adı Norma Jeane Mortenson olan Marilyn Monroe New York metrosunun ızgarasının üstünde duruyor. George Zimbel ise bir kalecinin serbest vuruşta iyi yer tutarak topu kapması gibi, bu freekick’i yakalıyor. Bazı yorumcular onun bu karesini ressam Boticelli’nin Venüs’un okyanustan gelişini/doğuşunu gösterdiği resmindeki Venüs’e benzetir. Marilyn’in pozu taze ve baştan çıkarıcıdır. Havalanan beyaz eteği, çekici gülüşü, kıvrak hareketleri… Baştan çıkarıcılık iki taraflıdır. İlk olarak etrafında dönüp duran fotoğraf makineleri ve kameralar O’nu baştan çıkarmıştır. Aynı zamanda Marilyn fotoğrafçıları ve diğer tüm set ekibini…

Bu fotoğraf karesi sayesinde hiçbir reklamcının yapamayacağını yapıyordu Monroe ve filmin büyük bir gişe başarısı yakalamasına sağlıyordu.

Kıyafet, 20th Centry Fox şirketinin kostüm tasarımcısı William Travilla tarafından hazırlanmıştı ve bu fotoğrafla adeta bir sembole dönüştü. Fakat kocası Joe Di Maggio’yu çileden çıkardı. Nihayetinde boşandılar.

Monroe daha sonra oyun yazarı Arthur Miller ile evlendi ve bu onun üçüncü evliliğiydi. Birçok kişisel sorundan sonra 1962 yılında beklenmedik bir şekilde intihar ederek öldü. Ölümünün ardından bu efsane kareyi oluşturan en önemli aksesuar olan elbise Travilla tarafından saklanıyordu. Travilla’nın da 1990 yılında ölümünün ardından partneri Bill Sarris, geliri Alzheimer Derneği'ne bağışlanmak üzere 3 000 000 $’a sattı.

31 Ekim 2009 Cumartesi

PROFESÖR, KAÇ YAŞINIZDASINIZ ???



Fotoğraf: Arthur SASSE


Yazı: Özgür ATAK




14 Mart 1951’de Princeton Club o gece Einstein’ın yetmiş ikinci doğum günü partisine ev sahipliği yapıyordu. ABD’nin dört bir yanında oraya gelen fotoğrafçılar profesörün en çarpıcı fotoğrafını yakalamaya çalışıyordu.



Gecenin sonunda Dr Frank Aydelotte ve eşi Einstein’ı evine bırakmak için 112 Mercer caddesine yöneldiler. Yolculuğun sonunda arabanın kapısı açıldığında orada bulunan fotoğrafçılardan UPI muhabiri Arthur Sasse Einstein’ın kameraya gülen bir karesini çekmek için çaba sarf ediyordu. “Foto!” diye bağırdı ve Einsten dilini çıkarıp o meşhur ikonik pozunu verdi.



Dokuz kopyası yapılan bu kare ilk olarak Uluslararası Fotoğraf Ağı’nda yayınlandı. Orijinal karede Dr. Aydelotte ve eşinin de yüzleri görünüyordu fakat bu Einstein tarafından croplandı. Bu kare belki de kişinin yetmiş ikinci yaşını kutluyor olsa bile aslında nasıl da çocuk olabildiğini gösteren en güzel örneklerden biridir. Belki de "izafiyet" buydu. Belki de Einstein bu çocuksu haliyle sürekli merak içinde oldu ve onca bilimsel araştırmaya katılıp buluşlara imza attı.

30 Ekim 2009 Cuma

'68 RUHU



Fotoğraf: John DOMINIS


Yazı: Özgür ATAK




1968 olimpiyatlarında 200 metrede altın ve bronz madalya kazanan Amerikalı iki siyah atletin, Tommie Smith ve John Carlos'un siyah deri eldivenli yumrukları havada…

Birinci gelen Tommie Smith ve 3. John Carlos siyahların selamını böyle veriyorlardı, ödül kürsüsünden. Siyahların fakirliğini anlatabilmek için ayakkabılarını çıkarıp siyah çorapla kürsüye çıktılar. Carlos’un boynundaysa linç edilen siyahların anısına beyaz bir kolye vardı. Ve eldivenli elleriyle yumruk, siyahların çığlığını anlatıyordu. 1968 Meksika olimpiyatlarında aldıkları birincilikle o yıllar ABD’de ırk ayrımcılığını ve siyahlara reva görülen fakirliği, ikinci sınıf vatandaşlığı protesto ediyorlardı. İkinci gelen atlet Avustralyalı Peter Norman ise eşofmanının göğsünde İnsan Hakları için Olimpik Proje’nin rozetini taşıyordu. Smith ve Carlos kürsüde bir eylem planladıklarını ona söylediklerinde siyah eldivenleri de o önermişti.

Aynı stadyumda gökyüzüne bırakılan 6200 güvercin de o senekinin Barış Olimpiyatı olacağını göstermişti. Bu iki asi atlet sayesinde 110 yıllık Olimpiyat tarihinin en politik olanı izlenmiş oldu. Amerikan Olimpiyat komitesi iki atletin kariyerini daha oradayken bitiriverdi. Peter Norman ise ülkesinde adeta bir hain gibi karşılandı. 64 yaşında evinde kalp krizi geçirip öldüğünde cenazesinde beyazlar kadar siyahlar da vardı.


John Dominis'in diğer eşsiz fotoğrafları için: http://www.monroegallery.com/display.cfm?id=38

28 Ekim 2009 Çarşamba

HAYATIN İKİ YÜZÜ



Fotoğraf: Oscar Gustave REJLANDER
Yazı: Özgür ATAK




İsveç’te doğan, kariyerine ressam ve portre çizimcisi olarak başlayan Oscar Gustave Rejlander İtalya’da sürdürdüğü fotoğraf çalışmalarından sonra bir süre için Fax Talbot’un (negatif çekim tekniğini bulan kişi) asistanı oldu. Sembolik, alegorik, resimsel yönü ağır basan ve Rönesans etkisini barındıran fotoğraflar üreten sanatçının bu bağlamda belki de en önemli çalışması Raphael’in Atina Okulu’na gönderme yaptığı Hayatın İki Yüzü’dür.

Tam otuz iki adet negatifi, karanlık odada birleştirerek oluşturduğu bu karede Rejlander, iyi ile kötü arasındaki farkı anlatıyor. Fotoğrafta görünen her bir nesne, kişi bir ifadeyi, anlatımı simgeliyor.

Sahnelenen öykü oldukça çarpıcı. Yaşlı bir bilge iki genç adama hayatı anlatıyor. Bir tarafta içki, kumar, şehvet ve giderek yozlaşma, çıldırma… Diğer tarafta ise emeğiyle, geçinebildiği kadar ama onurlu bir biçimde yaşayan insanlar…

Ortadaki yarı örtülü kadın, yaşadığı hayattan pişman ve karenin sağ tarafına geçmeye çalışan birisi ve utancından yüzünü örtüyor.

Kötüler "solda”, iyiler ise“sağda”. Çıplakların hepsi kadın. Ayrıca iyilerin tarafında erkek aslan, kötülerin tarafında dişi aslan duruyor. Safahatın olduğu tarafın sütunları sarmaşıklarla kaplı. Çalışanlar, üretenler sadece erkekler…

Rejlander bu çalışmasını kırık dökük bir kamerayla ve Ross lens ile altı haftada oluşturmuştu. Aslında son derece büyük bir stüdyoya ve o dönem çok az bulunan aletlere sahipti. Dönemin teknolojik şartları düşünüldüğünde teknik ustalığın öne çıktığını görüyoruz. Öyle ki stüdyoda beslediği kedisinin gözlerini ne kadar kıstığına bakarak ortamdaki ışığı anlıyor ve makinesini buna göre pozluyordu.

Boyutları 41 x 79 cm olan bu fotoğrafın baskısı için oldukça geniş bir alan gerekiyordu. Bu nedenle iki parça olarak basıldı ve sadece beş kopya üretildi. Birini Kraliçe Victoria Prens Albert’e hediye etti. İkincisi Birmingham Fotoğraf Cemiyeti’nde sergileniyor. Üçüncüsünü İskoç fizikçi Sir David Brewster satın almış. Dördüncüsü 1925 yılında Kraliyet Fotoğraf Cemiyeti’ne satılmış. Beşincisini ise Streatham’da adı bilinmeyen biri satın almış.

Fotoğraf ilk kez 1857’de Manchester Sanat Hazineleri Sergisinde gösterildiğinde dönemin önde gelen sanatçıları ve eleştirmenleri arasında derin bir tartışma yarattı. Fakat ne yazık ki Kraliçe Victoria bu fotoğrafı satın aldıktan sonra. Böylelikle Londra Kraliyet Fotoğraf Cemiyeti kendisine birçok unvan ve ödül verdi.

Kuşkusuz eğlenceye din merkezli bakışı ve kötü yönleri öne çıkarması, erdemi sefaletle ve erkeklikle özdeşleştirmesi nedeniyle sorunlu bir anlatımı olsa da dönemin sanat anlayışına yaptığı alegorik, sembolik anlatım katkıları nedeniyle önemli bir çalışma. Ayrıca günümüzde dijital teknolojinin yaygınlaşmasıyla fotoğraf manüplasyonunun kaçınılmaz şekilde hayatımıza girdiği yönündeki saçma anlayışa karşı iyi bir örnek. 1857 yılında 32 negatifin birleştirilmesi bu gün bile yapılması zor bir iş fakat bu sayede manüplasyonun değil, fotoğrafın ne amaçla üretilip kullanıldığının önemli olduğunu görüyoruz.

22 Ekim 2009 Perşembe

ÇIPLAK BİBERLER








Fotoğraflar: Edward WESTON

Yazı: Özgür ATAK



Edward Weston, yalın anlatımıyla fotoğraf tarihinde son derece özgün bir yere sahip. Sanatsal fotoğrafları adeta bir ressam inceliğiyle çeken Weston sadelik kavramını özellikle kariyerinin son yıllarında doruk noktasına ulaştırmıştı. Weston’un karelerindeki asıl nesneler/ konular çoğu zaman mekândan soyutlanmış ve üzerine onlarca değişik anlam yüklenebilecek niteliktedir.


İlk sergisini 17 yaşındayken açmasına karşın fotoğraf camiasında kendine yer bulması uzun yıllar sonra, 1946'da, olmuştu.


Bir fotoğrafçıyı ortaya çıkaran en büyük özellik kuşkusuz ne gördüğü değil nasıl baktığıdır. Edward Weston da uzun süre, nesnelere yönelttiği farklı bakışıyla içinde sevişen insanları, çıplak yatan kadınları gördüğü dolmalık biberleri biraz da ışığa hükmederek fotoğrafladı. Şiirsel bir akış, metafor, ironi ve daha bir çok şey…


Weston’un en çok bilinen ve ona özgü kabul edilen çalışmaları 1920 ve 1930 yıllarında gerçekleştirdiği modern çalışmalarıdır. Bu çalışmanın devamını; Point Lobos adı verilen bölgeye ait kaya parçaları, selvi ağaçları ve deniz kabuğu fotoğraflarında da görebiliriz. Weston’ın nü fotoğrafları ve portreleri de, tıpkı kaya fotoğraflarında olduğu gibi ince bir biçimciliğin, iyi düşünülmüş kompozisyonların izlerini taşımaktadır.


1923 yılında Weston Meksika’ya taşındığında, doğrudan fotoğraf anlayışıyla ilk üretimlerine başlamıştı. Bu dönemde Tina Modotti onun hem modeli hem de asistanı olmuştu. Tabiî daha sonra karısını terk etmesine neden olacak tutkulu aşığı…


Sınırsız alan derinliğine verdiği önemi daha sonra f64 ismiyle kurduğu fotoğraf topluluğunda da ortaya koymuştur.

15 Eylül 2009 Salı

IWO JIMA'DA YUKSELEN BAYRAK



Fotoğraf: Joe ROSENTHAL
Yazı: Özgür ATAK




Bir başka Rusya'lı Yahudi ailenin çocuğu olan Joseph Rosenthal 23 Şubat 1945 öğle saatlerinde Iwo Jima'ya yaptığı rutin ziyareti sırasında Suribachi dağının tepesine Amerikan bayrağının dikileceğini öğrenince Graflex yapımı Speed Graphic (basın kamerası olarak da bilinir) makinesini kapıp aceleyle askerlerin yanına koşar. O henüz gelmişken askerler bayrağı neredeyse dikmek üzeredirler. O sırada bir diğer grup asker ise daha ufak bir başka bayrağı hazırlar ve onu da diker. Rosenthal iki bayrağı da fotoğraflar ama ikincisinde karar kılar. Ve Amerikan cephesinde, propaganda da kullanılacak bu ikonik fotoğrafı elde eder. Suribachi Dağı`nda, 20 bin kadar Japon ve 6 bin kadar ABD askerinin öldüğü savaş alanında, ABD bayrağını dikmeye çalışan 4 ABD`li deniz piyadesini gösteren bu kare, 1954`te ABD deniz piyadeleri anısında Washington`da inşa edilen anıtta model olarak kullanılmıştı.



Yıllar sonra bir röportajında "Ben fotoğrafı çektim, askerler Iwo Jima'yı aldı." diyecekti. Ve aynı yıl bu fotoğrafıyla Pulitzer ödülü alır. Fotoğraf gazetelerde yayınlandıktan sonra bir anda ünlenen Rosenthal bu karenin bir çok yerde kullanılmasını sağladı. Posta pullarında, ressamların yapacakları resimlerde model olarak, kimi sinema filmlerinde sahne modeli olarak... 1945'in sonunda AP'den ayrılan fotoğrafçı, 35 yıl boyunca San Francisco Günlükleri'nde çalıştı.
Bu kareden yola çıkılarak bir de film çevrildi. Clint Eastwood'un yönetmenliğini yaptığı Atalarımızın Bayrağı.




Bu fotoğraf hakkında da kompozisyonun kurmaca olduğu yönünde şaibeler ortaya atıldı. Yıllarca da tartışıldı. Aslında yine zaferi simgeleyen bir propaganda aracı olarak kullanılan bir kare.

13 Eylül 2009 Pazar

REICHTAG'IN ÜZERİNDE KIZIL BAYRAK



Fotoğraf: Yevgeny KHALDEI

Yazı: Özgür ATAK


Basın fotoğrafçısı olarak 19 yaşında Sovyet Haber Ajansı TASS'ta çalışmaya başlayan fotoğrafçı, mesleki hayatında bir çok tarihsel dönüm noktasında fotoğraf makinesiyle hazır bekliyordu. Özellikle İkinci Dünya Savaşı'nda çektiği fotoğraflarla dönemin en önemli fotoğrafçılarından biri oldu. TASS'taki görevine 1949 yılına kadar devam eden Khaldei, on yıllık serbest çalışma hayatından sonra 1959'da Pravda'da yeniden işe başlar, ta ki 1970'te emekli olana kadar.


1941-46 yılları arasında aynı zamanda Kızıl Ordu fotoğrafçısı olarak da çalışıyordu. Reichtag'ın üstündeki bayrak fotoğrafı hem dönemin hem de kendisinin en ünlü fotoğrafıdır. 13 Mayıs 1945'te Ogonjok dergisinde yayınlanan bu fotoğraf aslında tekrarlanan bir sahnedir.
Sovyet orduları binlerce kayıp vermesine karşın Nazi güçlerini püskürtmeyi başarmış ve Berlin'de büyük ölçüde kontrolü ele geçirmişti. Ve sonunda 30 Nisan'da saat 22.40'ta Reichtag'ın tepesine Sovyet bayrağı dikilir. Fakat ne yazık ki Khaldei orada olmasına rağmen hem durumu son anda yakalaması hem de havanın tamamen karanlık olması nedeniyle bu anı gerektiği şekilde görüntüleyememişti. Zaten ertesi gün bayrak bir Nazi askeri tarafından indirilir. Nihayet 2 Mayıs günü Georgian Meliton Kantaria isimli askerin yardımıyla kompozisyon bir kere daha oluşturulur ve fondaki dumanların da etkisiyle daha uygun bir ışık şartında bu tarihi olay yeniden fotoğraflanır.


Fotoğrafçının, hele ki haber peşinde koşan bir fotoğrafçının asıl işinin tarihe tanıklık etmek olduğunu gösteren belki de en önemli olaylardan biridir. Kuşkusuz Khaldei'nin bu kareyi çekmekteki ısrarı, Sovyet propagandasına hizmet etme çabasıdır. Fakat zaten gerçekleşmiş ve fotoğrafçı orada olmasa da yeniden gerçekleştirilecek bir olayın, üstelik insanlığın gördüğü en büyük vahşetin bitişini simgeleyen bir olayın belgelenmesi; burada ki en önemli noktadır.


Her ne kadar Yahudi bir aileden gelse de, aslen, Sovyetler Birliği'nin 22 milyon kayıpla, insanlığın önündeki felakete dur demesini önemseyen bir Kızıl Ordu fotoğrafçısı olarak bu sahneyi fotoğraflamıştı. Kendisinin fotoğraf tarihinde "Rus Capa" olarak anılması boşuna değildir.

11 Eylül 2009 Cuma

ALLENDE ALLENDE



Fotoğraf: Luis Orlando LAGOS VASQUES

Yazı: Özgür ATAK





Tarihteki ilk ve tek örnek olan, seçimle iktidara gelen Şili'li Marksist başkan Allende 11 Eylül 1973'de General Pinochet önderliğindeki silahlı kuvvetlerin yönetime el koymasıyla iktidardan alındı. Önce Şili hava kuvvetleri başkanlık sarayı La Moneda'yı bombaladı, daha sonra ise kara birlikleri saraya girdi. Darbe sırasında sosyalist başkan Salvador Allende öldü.



Fotoğraf, çatışmalar sürerken Allende'yi başkanlık sarayında taraftarları ile birlikteyken gösteriyor. The New York Times'ın Latin Amerika sorumlusu, Marvine Howe, fotoğrafçının bir aracı yardımıyla fotoğrafı kendilerine ulaştırdığını ve isminin açıklanmasını istemediğini belirtiyor.






Şubat 2007'de bir Şili gazetesi olan La Nacion yaptığı açıklamada; bu ikonik fotoğrafı çeken kişinin, o dönem başkanlık sarayı La Moneda'nın resmi fotoğrafçısı, Luis Orlando Lagos Vásquez olduğunu belirtti...




Bu kare Allende'nin hayattayken çekilmiş son fotoğrafı. Elinde otomatik tüfek olması direnirken öldüğünü gösteriyor.






Allende hükümetinden sonra iktidarı ele alan Pinochet cuntası uzun yıllar binlerce insanın kaybolmasına, işkenceyle ölmesine ve idam edilmesine sebep oldu. Enflasyon hiç düşmedi ve açlık tehlikesi ülkeyi uzun süre esir aldı.

8 Eylül 2009 Salı

NANİK !!!

Fotoğraf: Nikolai VLASIK
Yazı: Özgür ATAK




Sovyetler Birliği'nin efsane lideri Stalin’in; daha sonra damadı da olan koruması Lt. Gen. Nikolai Vlasik tarafından 1952' de çekilen bu fotoğraf, bir devlet adamının göz önünde olmadığı zamanlarına dair bilgi veriyor.



Yıllarca Batı’ya “nanik” yapan Stalin ve Sovyetler Birliği halen milyonlarca insan tarafından özlemle anılıyor.

29 Ağustos 2009 Cumartesi

BİREYSELİNE DE KİTLESELİNE DE HAYIR !!!



Fotoğraf: Özgür ATAK
Yazı: Özgür ATAK



Dünyadaki devasa silah endüstrisi kompleksine eşit büyüklükte bir diğer sektör var: Oyuncak silahlar sektörü. Bu oyuncak sektörünün belirgin özelliği ve etkisi, çocukları gerçek dünyanın dışına çıkarması. Oysa ki oyuncakların, çocuğun doğal yeteneklerini kullanmasını kolaylaştıran, eğitimsel işlevi olan araçlar olmaları gerekir.

Özellikle bireysel silahlanmayı özendirici bu tür oyuncaklar gelecekte şiddete eğilimli insanların oluşmasına yardımcı oluyor.

27 Ağustos 2009 Perşembe

...ŞEKER DE YİYEBİLSİNLER

Fotoğraf: Levis HINE

Yazı: Özgür ATAK


Amerikalı fotoğrafçı Lewis Wickes Hine. Kamerasını sosyal reformların bir aracı olarak gören ve bu uğurda kullanan Hine, birçok belgesel çalışma yürütmüştü. Amerika’da metal işçilerinin, çocuk işçilerin, göçmenlerin fotoğraflarını çekiyordu. Kızıl Haç binalarında çalışarak Birinci Dünya Savaşı’nın izlerini süren fotoğrafçının her bir karesi aslında “çalışan portreleriydi”.


Başlarda hiçbir sanatsal ve teknik tecrübesi yoktu fakat Ethical Culture School’daki eğitimi sırasında Frank Manny sayesinde kendini geliştirdi. Gelişimindeki en önemli adım 20. yy’ın başında çocuk işçiler için yaptığı çalışmalardı. Bir mobilya fabrikasında tanık olduğu olaylar çok çarpıcıydı. Zaten sadece dört dolar için günde on üç saat, haftada altı gün çalışmak zorunda bırakılan çocukların olduğu bir mekân yeterince etkileyiciydi. Hine fotoğraf çekmek için girdiği yerlerde son derece ustalıklı kullandığı vücut diliyle birçok engeli aşıyordu. Bu yüzden ne göçmen işçiler arasında ne de diğerlerinde zorlandı. Göçmenlerin Amerika’ya ayak bastıkları ilk yer olan Ellis Adası en değerli üretimlerini gerçekleştirdiği yerdi.

1914’de çocuk işçiler bülteninde yazdığı şu sözler ilginç: “Yıllardır çocuk işçileri ve onların çalıştıkları yerleri takip ediyorum. Texas’taki Maine fabrikası bunlardan biri. Trajik hikâyelerini, sıkıntı dolu hayatlarını ve nafile mücadelelerini gördüm. Keşke size tanık olduklarımın hepsini aktarabilseydim.” Ama biliyoruz ki o bundan fazlasını yaptı.

Hine’nın çalışmaları tehlikelerle doluydu. Bir keresinde yediği dayak nedeniyle ölümün kıyısından döndü. Fabrikaya girmek çoğu zaman problemliydi. O zamanın büyük makineleri dikkate alındığında işi hiç de kolay değildi. Ethical Culture School’dan öğrendikleriyle kılık değiştirip, postacı, yangın denetçisi, İncil satıcısı gibi rollerle fabrikaya girip gizli gizli fotoğraf çekmeye çalışıyordu. Bu ünlü ve “çok işe yarayan” fotoğrafını ise fabrikayı ve makineleri sigortalamak için geldiğini söyleyerek çekmişti. Böyle aleni çalışamadığı zamanlar ise paltosunun içine sakladığı makinesini düğme deliklerinden birine denk getirerek çekiyordu. Bu süreçte hazırladığı belgesel sayesinde çocukların çalışma şartları iyileştirilmiş ve hatta bazı eyaletlerde ve iş kollarında çalışmaları yasaklanmıştı. O tarihten itibaren fotoğraf, birçok başka fotoğrafçı tarafından da yanlışlıklara karşı bir silah olarak kullanılmaya başlandı.

26 Ağustos 2009 Çarşamba

"PARA PARA PARA"

Fotoğraf: John HEARTFIELD
Yazı: Özgür ATAK

Kariyerine 1918 yılında Dadaizm akımıyla başlayan ve Almanya Komünist Partisi'ne üye olan Helmut Herzfeld diğer adıyla John Heartfield, yaptığı fotomontaj çalışmalarıyla Nazi posterlerine ve Hitler fotoğraflarına muhalefet ediyordu. Amacı Hitlerin ipliğini pazara çıkarmak olan Heartfield, muhalefete göz açtırmayan rejim tarafından sürekli tehdit edilir. Baskılara daha fazla dayanamayarak 1933’te Çekoslavakya’ya yerleşir. Heartfield muhalif tavrını yurt dışından sürdürür. Dönemin ünlü tiyatrocularıyla tanışır. Birlikte komünist parti ve değişik antifaşist komiteler için afiş üretir.

Fotomontajın o zamanki teknik yetersizlikler nedeniyle son derece zor şartlar altında yapılmasına rağmen yaratıcılığını ulaşılması zor bir ustalık ve titizlikle sergilemeyi becermişti. Kuşkusuz dönemin siyasi yoğunluğunda taraf olmayı seçmiş, sanat ortamında yerini almış olması yaratıcılığını geliştirmesine ve geniş kitlelere ulaştırmasına yardımcı olmuştu.

Daha fazla örnek için:

http://quazen.com/arts/visual-arts/the-extraordinary-anti-nazi-photomontages-of-john-heartfield/

25 Ağustos 2009 Salı

BOZCAADA

Fotoğraf: Özgür ATAK
Yazı: Özgür ATAK


Bazen uçarak gitmek istiyorum...

Kulaklarımda yalnızca rüzgarın uğultusu

Burnumda denizin kokusu

Gözlerimde ufkun ıssızlığı

Dilimde rakının tadı çoğu zaman

Ellerimde ise sadece ellerin...

VOTKA :)


Çirkin Kadın Yoktur...

RUANDA RUANDA


Fotoğraf: James NACHTWEY
Yazı: Özgür ATAK


Bu fotoğraf, Hutu Ölüm Kamplarından kurtarılmış bir gencin fotoğrafıdır. Hutu’lar Tutsi'lere karşı bir soy kırım başlatmıştı. Kamplarda insanları toplu halde öldürüyor, aç bırakıyor, işkence uyguluyor, tecavüz ediyorlardı. Kendisi de bir Hutu olan fakat soykırıma karşı çıkan bu genç adam da Tutsi’lerle aynı muameleye maruz bırakıldı.

1900’ün başında bölgedeki yetkiyi devralan Belçika, ülke kaynaklarını kontrol altında tutabilmek için yılardan beri hiçbir ayrım gözetmeden yaşayan iki kabileyi birbirine düşman eden, ırka dayalı, ayrıcalıklı biri uygulama başlattı. Nüfusun sadece %9’unu oluşturan Tutsiler, %90’lık Hutular’dan daha ayrıcalıklı kılındı. Bu durum ister istemez gerilime ve çatışmaya neden oldu. İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesinden sonra bağımsızlığını kazanan Ruanda’da seçimle iktidara gelen PARMEHUTU (Hutu Özgürlük Hareketi) binlerce Tutsi’nin öldürülmesine ve yurt dışına kaçmasına sebep oldu. Daha sonra darbeyle iktidara gelen başka bir Hutu, Juvénal Habyarimana, durumu daha da kötüleştirdi. Doksanların başına gelindiğinde yurt dışındaki Tutsiler’in sayısı yarım milyona ulaşmıştı. Raunda Yurtseverler Birliği adı altında ülkeye dönüp hükümete karşı silahlı mücadele başlattılar. 1992’de yapılan geçici ateşkes anlaşması sırasında Hutular, Interahamwe adlı bir örgütle ülkedeki tüm Tutsi'leri ve hatta ılımlı Hutu'ları fişlediler. Daha sonra başta Çin olmak üzere bir dizi ülkeden aldıkları satırlarla “böcek avına” başladılar.

6 Nisan 1994’te bir Hutu olan devlet başkanının uçağı düşürüldü. Çıkan karışıklıkla tüm fişlenenler teker teker kesilmeye başlandı. Soykırım sırasında insanların başları kolay kesilemediğinden, yorulan Hutular, Tutsiler’in kaçmasını önlemek için önce ayak bileklerini kesiyor daha sonra işlerine devam ediyorlardı.

İlginçtir; katliamlara şahit olan bölgedeki Kanada ordusuna bağlı bir komutan, bizzat Birleşmiş Milletler Sekreteri Kofi Annan'ı arayarak katliamı bildirmiş ve ne yapılması gerektiğini sormuş olmasına rağmen müdahale etmemesi emrini almış… Batılı ülkelerin tamamı bir dizi bahaneyle olayı görmezden gelmişti.

Raunda Yurtseverler Birliği’nin ülkeye girmesiyle savaş dengelenmiş ve bir milyona yakın insanın ölümü milyonlarca insanın göçüyle son bulmuştu.

Dünyanın en ünlü savaş muhabirlerinden James Nachtwey bu fotoğrafı için “Umarım insanlar bu sahneyi görüp hemen değiştirmezler ve hikâyesini anlamak için bağlanıp kalırlar.” diyor. Bu ve buna benzer çalışmaların bölgede yaşanan olayların çarpıcı biçimde anlaşılması hatta insanların maruz kaldığı acılara karşı bir şeyler yapılması için harekete geçirici etkiye sahip olmasını istiyor fotoğrafçı.

27 Mart 2009 Cuma

TARİHE TANIKLIK

Fotoğraf: Bilen varsa söylesin lütfen
Yazı: Özgür ATAK

Granville – Paris Ekspresi Montparnasse İstasyonu’na geldiğinde 131 yolcu taşıyordu. Makinist Guillaume-Marie Pellerin yönetimindeki 721, a 2-4-0 numaralı Fransız 120 model trenin on iki vagonu vardı. Lokomotifin hemen arkasındaki vagonlardan ikisi bagaj ve biri de posta vagonuydu. 131 yolcu peşi sıra sekiz vagonda yolculuk ediyordu.

Granville 22 Ekim 1895’te her zamanki saati 08.45’te hareket etti fakat yolda hızının bir ara düşmesi nedeniyle 15.55 olan varış saatine birkaç dakika gecikecek gibi görünüyordu. Direksiyondaki Pelerin 19 yılını demir yollarına vermiş tecrübeli bir makinistti. Bu yüzden Montparnasse Garı'nda durmak için Westinghouse frenlerinin kullanılmasının yasak olduğunu gayet iyi biliyordu. Fakat buna rağmen treni istasyona fren gerektirecek bir hızla soktu. Durması gereken alana geldiğinde Westinghouse frenlerini devreye almak istedi fakat çalıştıramadı. Sadece Lokomotifin frenlerine komut verebilmişti. Fakat trenin hızı ve ağırlığı lokomotifin frenlerine üstün gelmişti.

O sırada lokomotifteki iki kondüktör trenin istasyona, güvenli bir şekilde duramayacak kadar yüksek bir hızla girdiğini fark etti. Bunun üzerine içlerinden biri, Albert Mariett, elindeki gazeteyi fırlatıp alarm koluna asıldı. Kolun çekiliği an Tren’in fotoğrafta görünen halinden çok kısa bir süre öncesiydi. El frenlerini tren rayların sonundaki tampona çarptığında anca devreye sokmuştu ki artık her şey için çok geçti.

Lokomotif gar holünde raylardan çıkıp otuz metre yol kat ettikten sonra yarım metreden fazla kalınlıktaki duvara çarptı. Duvarı yıkıp yaklaşık on metre aşağıdaki yola sarkarak düştü. Düştüğü yoldan Place de Rennes ile Place de l’Etoile durakları arasındaki tramvay hattı bulunuyordu ve lokomotif yola düşmeden hemen önce oradan bir tramvay geçmişti.

Lokomotifin hemen arkasındaki üç vagon tamamen harap olmuştu. Kazadan sonra trende bulunanlar arasında sadece beş ağır yaralı vardı. Bunların ikisi yolcu, biri ocakçı diğeri ikisi ise kondüktördü. Fakat ne yazık ki o sırada sokakta gazete satan bir kadın ölmüş diğeri ise ağır yaralanmıştı.

Makinist Pellerin ve Kondüktör Mariette hakkında soruşturma açıldı. Makinist treni gereğinden fazla hızlı sürmekten suçlu bulundu ve 50 Frank para ile iki ay hapis cezasına çarptırıldı. Mariette ise o sırada gazete okuduğu ve Westinghouse frenlerini devreye sokmamakla daha doğrusu geç sokmakla suçlandı ve 25 Frank para cezasına çarptırıldı. Tren şirketi ölen kadının kocasına çocukları için maaş bağladı.

20 Mart 2009 Cuma

DÜNYADA DAHA GÜZEL NE VAR Kİ?


Fotoğraf: H. Cartier BRESSON
Yazı: Özgür ATAK


Elbette vardır. Hatta saymakla bitmez.

Fakat kimin aklına gelirdi ki bir öpücüğün, bütün bir gençliği kaplayacağı?

Dolayısıyla düşünemiyorum, daha güzel, daha tatlı, daha saf ne var...



2 Mart 2009 Pazartesi

DÜRBÜNCÜ TEYZE


Fotoğraf: Cem ERSAVCI
Yazı: Özgür ATAK

Kişi başına düşen yıllık gelirin ve sosyal güvenliğin her geçen yıl arttığı iddia edilen ülkemizde, sokaklarda karınlarını doyurmaya çalışan yaşlıların sayısı da aynı oranda artıyor. Fakat buna rağmen belki de şehrin sokak aralarındaki yoksulluğu görmek için dürbünlere ihtiyaç var...

Üstelik yoksulların dürbünlerine.

BAKAKALIRIM GİDEN UMUDUN ARDINDAN


Fotoğraf: Cem ERSAVCI
Yazı: Özgür ATAK

Dünyada en fazla iç göç yaşayan ülkelerden biri Türkiye. Ve son 50 yılda 12 milyonluk göç alan İstanbul şehri.
Bir tren hattının son istasyonu gibi, milyonların gelip durduğu güzel ama yorgun şehir. Ve onun umut dolu yeni sakinleri.

Eskiden giden gemilerin ardından bakakalırlardı, bu güzel şehirde, şimdiyse umutlarının...

OTOBÜS İNSANLARI


Fotoğraf: Cem ERSAVCI
Yazı: Özgür ATAK

Münih Dachao Toplama kampının girişinde Hitler döneminin en bilindik sloganlarından biri, hoş geldiniz diyor: "Arbeit Macht Frei" (Çalışmak Özgürleştirir).

Katar katar esir, bu ve benzeri kamplara getirilip esaretleri, "insanlığın" yararına dönüştürülmüştü.

Savaşın bitmesiyle işlevsizleştirilen bu kampların, tarihin karanlık sayfalarına gömüldüğü söyleniyor.

Öyle mi gerçekten? Şekil değiştirip "insanlığın" tamamını kapsar hale gelmiş olmasınlar sakın?
Kafka'nın Dava'sına benzer, hepimizin esir kampına dönüşmüş olmasın?

27 Şubat 2009 Cuma

BİR FOTOĞRAF VE DEĞİŞEN HAYATLAR


Fotoğraf: Nick UT
Yazı Hasan Ali ARIKIUŞU

Tarih 8 Haziran 1972. ABD uçakları kuzey Vietnam'ı yerle bir etmek amacıyla her tarafa bomba yağdırıyor. O zamanki ABD başkanı Richard Nixon emir vermiş bir kere: "Sivillerin ölmesi umurumda bile değil. Kuzey Vietnam'ın tırpanlanması ve yeniden düzenlenmesi gerekiyor." John Plummer 'ın pilotluğunu yaptığı uçak My Lai Köyü'ndeki bir tapınağa içinde kimlerin kaldığını umursamaksızın napalm bombası atıyor. Tapınağın içerisinde savaştan kaçmak için saklanan birçok çocuk var o sırada. Bombanın atılması birçok çocuk alevler içinde kaçmaya başlıyor. Arkalarında da ABD askerleri. Associated Press muhabiri Nick Ut tam bu sırada deklanşörüne basıyor ve o anı ölümsüzleştiriyor. Fotoğrafta 5 çocuk bombalanan yerden uzağa doğru korku içinde kaçıyor. Fakat çocuklar içinde çırılçıplak şekilde (elbiseleri yandığı için çıkarmak zorunda kalıyorlar) bağırarak kaçan kız (Phan Thi Kim Puc), fotoğrafa bakan kişiye ABD emperyalizminin ve Vietnam savaşının vahşetini gösteriyor adeta. ABD yıllarca Vietnam vahşetiyle ilgili günah çıkarsa da bu fotoğrafın gücüne karşı koyamıyor. Bombayı atan John Plummer bunalıma giriyor ve din adamı oluyor. Gazeteden kestiği fotoğrafı hayatı boyunca cebinde taşıyor. Savaş gazileri Kim Phuc'a özür mektupları yolluyor. Fakat hiçbir şey vahşetin boyutunu hafifletmiyor.


Kim Phuc (Altın Mutluluk), 1963 yılında Saygon'un kuzeyinde My Lai Köyü'nde doğmuştu. Köyü bombalanana kadar mutlu bir çocukluk geçiren Kim, bombalama sırasında iki kardeşini kaybetti. Giysileri yandığı için çıkarmak zorunda kalan Kim, cildindeki yanıklar her soyulduğunda bayılmış. Hastaneye getirildiğinde çenesi ile göğsü birbirine kaynamış ve sol eli kemiğe kadar yanmış durumdaymış. Eski yanıklar yüzünden cildi teneffüs yeteneğini de kaybetmiş. Bu nedenle 17 kez ameliyat geçirmiş. Bütün bu operasyonlara rağmen astım ve şeker hastalığı devam etmekte, sık sık migreni krizleri geçirmekte.


Savaştan iki yıl sonra köyüne dönen Kim, doktor olmaya karar verir. Vietnam yetkililerinin gözetimi altında 1986'da Küba'da tıp eğitimi almaya başlar. Küba'da tanıştığı Bui Huy Toan ile evlenir ve 3 çocuk sahibi olur. Hakkında "Kim'in Öyküsü: Vietnam'dan Gelen Yol." adlı bir film çekilir.Unesco tarafından iyi niyet elçisi seçilir. Unesco'nun Paris'teki toplantısında olayla ilgili açıklama yapan Kim şu sözleri söyler: "Affediyorum ama unutmayacağım."


Fotoğraf bütün dünyada büyük yankı uyandırır ve fotoğrafı çeken AP fotoğrafçısı Nick Ut'un (Huynh Cong Ut) 1973 yılında Pulitzer ödülünü kazanmasını sağlar. Fakat Nick Ut ödülü almasının yanında çok önemli bir görev üstlenmiştir. Kim Phuc'ın fotoğrafını çektikten sonra küçük kızı hastaneye yetiştirmiş, sürekli ziyaret etmiş, hediyeler, kitaplar getirmiş ve ailesine yardım için kampanya başlatmıştır. Sadece fotoğrafı çekip işini yapmanın mutluluğu ile bölgeden ayrılmamış olması Nick Ut'ı birçok fotoğrafçıdan ayırmaktadır. Özellikle de fotoğrafta görünen, makinesinin filmini değiştirmekle meşgul fotoğrafçıdan.

17 Şubat 2009 Salı

İKİ FOTOĞRAF ARASINDAKİ TEK FARKI BULABİLİR MİSİNİZ?


Aslında bu cümle “iki fotoğraf arasındaki bir milyon benzerliği bulun” şeklinde de kurulabilir, fakat merak edilecek olursa başta sorulan sorunun cevabını verelim öncelikle. İlk fotoğrafta öldürülenlerin, ikinci fotoğrafta ise öldürenlerin Yahudi olmasıdır, tek fark. Milyonlarca benzerliği ise iki fotoğrafa da sığamayan insan sayısı olarak tanımlayabiliriz.

Vicdan ve sağ duyu yitiminde ortaya çıkan vahşet tarihin her anında küçücük farklar ama devasa benzerlikler yaratmıştır. Geçtiğimiz hafta başlayan ve halen süren İsrail’in Gazze’deki hava saldırısı ve buna benzer geçmişteki onlarca İsrail askeri operasyonları kaç kişiye Yahudi soykırımını hatırlatmıştır acaba? Ve tarihi bu kadar büyük acılarla dolu bir ülke, yaşadığı bu acılardan en son sorumlu tutabileceği binlerce masum insana nasıl bu kadar vahşice davranabilir diye düşünmüştür?

Bazen düşünmek ve anlamak için sadece fotoğraflar yeterli olabiliyor. Burada gösterilen fotoğrafları çeken fotoğrafçıların isimleri bilerek yazılmadı. Çünkü karelerinde anlatılanların yakıcılığı ve kahredici benzerliği fotoğrafı kimin, nerede çektiğini o kadar önemsiz kılıyor ki, onun yerine düşünmek ve anlamak için bakmak çok daha önemli hale geliyor.

Hamas ve İsrail arasındaki ateşkesin bitmesinin üzerinden bir hafta sonra İsrail 60 uçakla Gazze’yi bayram havasındaymışçasına vurdu. İsrail saldırıları Hanuka-Işıklar Bayramı’nın son gününde düzenlendi ve operasyonun adını da bayramdan esinlenerek “Dökme Kurşun” koyuldu. Filistinliler bu güne bir isim verip gelecekte anarlarken İsrailliler bayram kutluyor olacaklar.

Üstelik Hanuka bayramında okunan şu duayla "Tanrım sana Hanuka ışıkları için teşekkür ederiz. Bu ışıklar bize hürriyetimizi koruma cesaretini versin." Acaba aynı tanrı dostluk, kardeşlik ve merhamet ile ilgili bir şeyler de söylemiş midir?

GÖÇMEN ANNE

Fotoğraf: Dorothea LANGE
Yazı: Özgür ATAK

1930’ların başı. Büyük Bunalım başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere tüm dünyayı kasıp kavuruyor. Paranın yerini değiş tokuş ekonomisi almış durumda. İnsanlar açlığın sınırında ve bir çok kişi intihar ediyor. Böyle bir ortamda genel ekonomik bunalım yetmiyormuş gibi, kuraklık ve kum fırtınalarıyla mücadele etmek zorunda kalan, tarımda yapılan modernizasyon ve makineleşmeyle yarışamamış üstüne üstlük göçmen olan tarım işçileri toplumun en çok sefalet yaşayan kesimini oluşturuyor.
Bunun üstüne yeni başkan Roosevelt diğer bir çok sektörde yaptığı gibi tarım işçilerinin sorunlarıyla da ilgilenip, parasal yardım sağlamak amacıyla Tarım Güvenlik Örgütü (FSA)’nın kurulmasını sağlar. Daha sonra Tarım Bakanlığının bir dairesi haline gelecek örgüt, Colombia Üniversitesi eski ekonomi profesörü, tarım bakanı Rexford G. Tugwell tarafından yönetiliyordu. Tugwell konuyla ilgili bir dizi çalışma başlatır. Sosyologlar, iktisatçılar, ziraat mühendisleri gerekli araştırmaları yaparlar. Bu araştırmaların görsel destekçileri de olmalıdır kuşkusuz ve içinde Dorothea Lange, Walker Evans, Arthur Rothstein, Russel Lee, Ben Shahn, Gordon Park gibi fotoğrafçıların yer aldığı bir ekip binlerce fotoğraf çekerler.
Böylesine toplumsal bir konunun sanatla nasıl bağdaştırılacağına da güzel bir örnek yaratırla. Bu fotoğrafların içinden Dorothea Lange’ın çektiği ve adına Göçmen Anne dediği fotoğraf dönemin (Büyük Bunalım’ın) ikonu haline gelmiş bir fotoğraftır. John Steinbeck’in Gazap Üzümleri adlı romanını yazarken bu arşivi gözden geçirdiği ve romanda Lange’ın fotoğraflarının adeta düz yazı ile betimlendiği pasajların bulunduğu bilinmektedir.
32 yaşındaki bu genç annenin yüzünün kırışıklarla dolu oluşu, ümitsiz, yorgun ve düşünceli bir şekilde uzaklara bakması, iki yanında kendisine sığınan çocukları ve kucağında uyuyan bebeğiyle, yoğun bir kompozisyon oluşturması, Dorethea Lange’ın sosyal belgesel alanında öne çıkmasına neden olmuştu. Lange 1941 yılında, o güne kadar fotoğraf alanındaki çalışma ve becerileri nedeniyle Guggenheim Bursuyla ödüllendirildi. İkinci Dünya Savaşı Dorothea Lange’ın FSA’daki işinin son bulmasına ve bir fotoğrafçı olarak hayatında yeni bir sayfa açılmasına neden oldu. Pearl Harbor saldırısından sonra yaşadıkları yerlerden ayrılmak ve Amerika’nın batısında bir kamp kurmak zorunda bırakılan Amerikalı Japonların durumunu göstermek/ belgelemek için yapacağı çalışmaya dikkatleri çekmek istemesi nedeniyle aldığı bu ödülü geri verdi.
Toplumsal sorumluluğun sanatla nasıl birleşebileceğini kariyeri boyunca gözler önüne seren Lange, adeta birer siyasi parti afişine benzeyen ve estetik kaygılardan uzak, ajitatif ürünlerden çok daha etkileyici eserleriyle birçoklarına yol gösterici olmuştu. Olmaya da devam ediyor.

GÖKDELEN TEPESİNDE ÖĞLE YEMEĞİ


Fotograf: Charles C. EBBETS
Yazı: Özgür ATAK

Charles C. Ebbets tarafından 29 Eylül1932 yılında, bu gün General Electric Binası olarak bilinen Rockefeller Merkezi’nde çekilen bu fotoğraf 2 Ekim pazar günü New York Herald Tribune’de yayınlandı. Rockefeller Merkezi inşaatının 69. katında çelik konstrüksüyon kiriş üzerinde öğle yemeklerini yiyen on bir işçinin bu fotoğrafı gazetede yayınlandığı sırada çok ses getirmişti.

Benzer alanlarda, inşaatlarda çekilmiş onlarca fotoğrafta Ebbets yüksekliğin heyecanını ve bir yandan da huzurunu anlatmak istemiştir. Fotoğraftakiler; o yıllarda birçok iş kolunda olduğu gibi inşaat sektöründe de çalışan göçmen işçiler. Estetik ve bir o kadar da şaşırtıcı görünen bu kareler aslında çalışanların hayatlarını nasıl hiçe saydıklarını ve belki de şartların ne durumda olduğunu göstermesi açısından da önemli.

O yükseklikte rüzgarın hızı düşünüldüğünde, rahatça oturup beklemek, sigara yakmak, üzerleri “VOS” yazılı karton kutularda yemek yemek pek de mümkün değil gibi aslında. Üstelik metrelerce uzaktaki New York görüntüsünün işçilerle aynı netlikte olması (ki fondaki binaların ön yüzeylerine düşen keskin güneş ışığı, güneşin aslında öğle saatlerindeki gibi tam da tepede olmadığını gösteriyor, dolayısıyla bu ışık şartında şehir görüntüsünün işçilerle aynı netlikte olmasını sağlayacak kadar net alan derinliği verecek kısıklıkta bir diyafram seçimi de mümkün olmayacaktır) fotoğrafın sanki gerçek olmayabileceğini akla getiriyor. Fakat geriye dönük araştırmalarda böyle bir iddiaya rastlanmıyor.

Bu türden bir çok ikonik fotoğraf gibi bu fotoğrafın da basım ve yayım hakkı, Bettman Archive adlı kuruluşta. Fakat 2003 Ekim’ine kadar Bettman Archive, fotoğrafı çeken kişinin adını duyurmamıştı. Halen arşivdeki bir çok fotoğrafın fotoğrafçısı “bilinmiyor” yada “anonim” olarak gösterilmekte.

MINAMATA


Fotoğraf: Eugene SMITH
Yazı: Özgür ATAK


Bazen bir fotoğraf karesidir bir gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koyan ve hiçbir tartışmaya yer bırakmayan. Ne bir saniye öncesine ihtiyaç vardır ne de sonrasına. Öylece bakakalır ve çaresizliğimizle yüzleşiriz, insanlığımızdan önce.

Japonya’nın balıkçı köylerinden biri Minamata. Aynı zamanda gelişmiş Japon sanayine çok kısa bir zaman diliminde eklenmiş ve giderek köylükten çıkmaya başlamış. Chisso Şirketler grubu tarafından bir çok yatırım yapılmış bir coğrafya. Nitrojen anlamına gelen Chisso, başta plastik olmak üzere çeşitli petrokimyasal malzemeler üreten bir şirketti. Shiranui denizi kıyısında 1932’den 1968’e kadar 27 ton cıva içeren milyonlarca tonluk atığı Minamata körfezine bırakıyordu. Tokyo’nun 570 mil güney batısında yer alan bu balıkçı kasabasında yaşayan insanlar atıklar nedeniyle önce balıklarını, sonra sağlıklarını giderek yaşamlarını kaybettiler. Yıllarca bir sürü şikayet dile getirildi fakat İkinci Dünya Savaşı sırasında ihtiyaç duyulan sanayi üretkenliği nedeniyle bu şikayetlere olumlu cevaplar verilmedi. Daha sonra ise ülke kalkınmalı ve şirket kar etmeliydi.

1953 yılında Eugene Smith bu konuda yaptığı bir dizi akademik araştırma ve röportaj çalışmalarına bir de fotoğrafı ekledi. Her ne kadar kurgu içeren fotoğraflar ve estetize edilmiş kadrajlar olması nedeniyle bir çok sanat eleştirmeni ve gazeteci tarafından acımasızca eleştirilse de acı çeken insanların içinde bulundukları durumu (sakat doğumlar buna bir örnek) dünyaya anlatması ve fabrikaların cezalar ödemelerini hatta giderek kapanmalarını sağlamasıyla sonuçlanan Minamata çalışması, başarıyla kotarılmış ve her açıdan son derece önemli, örnek bir fotoröportaj çalışması olmuştu.

"İnsanların fotoğraflarını çekmek istiyorsanız öncelikle o insanları tanımayı öğreniniz. İnançlarını, tavır ve hareketlerini, hislerini anlamaya çalışınız. Biliniz ki kültürünüz ve meşgul olduğunuz konu hakkındaki bilginiz ne kadar derin olursa, başarı oranınız da o kadar büyük olur."

THER'S NO WAY LIKE THE AMERICAN WAY*


Fotoğraf: M.Bourke WHITE
Yazı: Özgür ATAK


Amerikan hükümetlerinde yakın geçmişte az da olsa rastlanılan siyahi isimlere rağmen; çıkılabilecek en yüksek mertebeye bir “kara derilinin” çıkmasıyla Amerikan demokrasinin ne mene bir şey olduğu görülmüş/ gösterilmiş oldu, tüm dünyaya. Irkçılık ise bir çocukluk hastalığıydı sadece ve bu uğurda can yakanlar olsa olsa birer safraydılar. Ve gerçekten tüm bu safralarına karşın “There’s no way like the american way”* di.

Siyahilerin ve yerli halkın Amerika Birleşik Devletlerinin’nin gerek kuruluşundan bu güne kadar resmi mercilerden, gerekse de WASP (White Anglo-Saxon Protestant) milliyetçiliğinden çektiklerini yeniden dillendirmenin, sanırım artık fazla bir önemi yok. Fakat Barack Obama’nın ne kadar zenci ne kadar beyaz olduğunu tartışmanın önemi çok. White’ın en ünlü karelerinden biri, Büyük Bunalım'a benzetilen “neo küresel mali kriz” günlerinde Obama, fotoğrafta görülenlere benzer kuyrukların oluşmasına engel olabilecek mi acaba diye düşündürüyor. Bilindiği üzere kendisi, siyahların olduğu kadar siyahlaşmış beyazların da oylarını alarak başkan seçildi. Bu gerçeğe uygun rolleri çoktan belirlenmiş ve sahneye konmuş durumda. Arka planda nelerin yattığını bekleyip göreceğiz.

Yahudi bir baba ve İrlandalı Protestan bir annenin kızı olan White Margaret Bourke İkinci Dünya Savaşı'nda cephede muhabirlik yapmasına izin verilen ilk kadındı. Kendisi aynı zamanda 1930’da Sovyetler Birliği’ne de kabul edilen ilk batılı fotoğrafçı. Yaratıcılığıyla gelen başarısı sayesinde Ghandi başta olmak üzere, daha bir çok kişinin fotoğraflarını çekebilmişti. Sanayi kuruluşlarının tanıtım fotoğraflarını çekmekle başladığı işini, Otuzlarda Oklahoma’da, kuraklıktan ve buna bağlı kum fırtınalarından mağdur göçmen tarım işçilerinin fotoğraflarını çekerek sürdüren ve giderek “ötekilerin” fotoğrafçısı haline gelen Margaret Bourke White, soy ismine inatla siyahların arasında çokça zaman geçirmişti. Büyük Bunalım zamanı, ikinci kocası yazar Erskine Caldwell’le birlikte oluşturduğu You Have Seen Their Faces (Gördüğünüz Onların Yüzleridir) ile dönemi çarpıcı bir şekilde anlattığı kitapta, White’ın fotoğraflarında Harvard mezunu ve annesi beyaz zencileri görmek pek mümkün değil. Zaten bu türden siyahların sayısı da o yıllarda sıfırın altındaydı.

Umarım Obama’yla esen rüzgar, “ötekilerin” yaşamlarındaki umut edilen hayali kurulan olumlu değişimi belgeleyecek fotoğrafçıların ortaya çıkmasına yarar.

*Amerikan tarzı gibisi yoktur.